12 Haziran 2011 Pazar

Sûre-i Mümtehinne 1-3. Âyetler

Ey imân etmiş olanlar! Benim düşmanımı, sizin de düşmanınızı dostlar ittihaz etmeyiniz, siz onlara bir meveddet sebebiyle bazı haberler ulaştırıyorsunuz. Halbuki, onlar size Hakk'tan gelen şeyi münkir bulunmuşlardır. Rabbiniz Allah'a imân ettiğinizden dolayı Peygamberi de, sizi de (yurdunuzdan) çıkarıyorlardı. Eğer siz Benim yolumda ve Benim rızamı talep için cihada çıkmış oldu iseniz (O kâfirleri dost tutmayınız). Onlara meveddet ile sır veriyorsunuz ve Ben ise sizin gizlediğiniz şeyi de, açıkladığınız şeyi de pek iyi bilirim ve onu sizden her kim yaparsa artık yolun ortasından sapmış olur.(60/1)
Eğer size zaferyâb olurlarsa sizin için düşmanlar olurlar ve size karşı fenalıkla ellerini ve dillerini uzatırlar ve sizin kâfirler olmanızı arzu ederler.(60/2)
Elbette size Kıyamet gününde ne hısımlarınız ve ne de evlatlarınız faide veremiyeceklerdir. Aralarınızı ayıracaktır ve Allah ne yapar olduklarınızı bihakkın görücüdür.(60/3)
[Ömer Nasuhi Efendi]
---------------------
Ey o bütün iyman edenler! Düşmanımı ve düşmanınızı dostlar yerine tutmayın, siz onlara meveddet ilka ediyorsunuz, onlar ise haktan size gelene küfrettiler, Rabbınız Allaha iyman ediyorsunuz diye sizi ve Peygamberi çıkarıyorlardı, eğer sizler benim yolumda ve rızam uğurunda cihad için çıktınızsa... Siz meveddetle onlara sir veriyorsunuz, halbuki ben sizin gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da hepsini bilirim ve içinizden her kim onu yaparsa artık düz yolun ortasında şaşırmış olur.(60/1)
Eğer onlar size bir zafer bulurlarsa hepinize düşman kesilirler ve sizlere fenalıkla ellerini ve dillerini uzatır ve arzu ederler ki hep kâfir olasanız!(60/2)
Ne hısımlarınızın ne de evlâdlarınızın size asla menfeati olmaz, o kıyamet gününde aranızı ayırır ve Allah hep amellerinizi gözetir.(60/3)
[Elmalılı Hamdi Efendi]
----------------------

Merhûm Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin

“HAK DİNİ KUR’AN DİLİ” nâm tefsîrinden:

Cild 7 sahife 4895-4900
(……)
Binâenaleyh bana ve size adâvet edici düşmanları dostlar yerine tutmayın demekdir. Yoksa, nehiy hâsılı tahsîl olurdu. Allah düşmanı, Allâh’a adâvet eden, Allâh dînini, Allâh hukûkunu tanımayan, Allâh ve Rasûlü ile yarışa kalkışan ve Sûre-i Mücâdelede
( اِنَّ الَّذِينَ يُحَادُّونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ )
ve emsâli âyetlerde hâlleri beyân olunan kâfirler, müşrikler zâlimlerdir. Burada asıl sebeb-i nüzûl Mekke müşrikleri olmakla berâber mefhûm eâmdır. Maamâfih bu mefhûm ve bu nehiy gerek bu âyetde, gerek âtîdeki
( انما ینهیكم الله ) ( لینهیكم الله )
âyetleriyle takyîden tefsir ve ta’rif de olunacakdır. Mü’minlerin buğzu kendi husûsî garaz ve hislerine göre değil, herşeyden evvel Allâh ve menâfi’-ı âmme için Allâh düşmanlarına karşı buğz-ı fillâh olması adâvetin ancak o miyâr ile ölçülüb gerek nefret ve gerek muhabbet hareketlerinde hakk nokta-i nazarından ayrılmamak lüzûmuna tenbih için düşmanlardan ihtirâz ibtidâ Allâh düşmanı olan adüvv, a’dâ-i mü’minîn başında zikredilib buyrulmuşdur ki
( لَا تَتَّخِذُوا عَدُوِّى وَعَدُوَّكُمْ اَوْلِيَاءَ ) ( تُلْقُونَ )
(……)
Ya’ni hâl bu ise onlar, o sizin meveddetle haber ilkâ etdiğiniz düşman cemâati o haldeler ki size gelen hakka Hakk Teâlâ’dan risâlet ve kitâb ile gelen ve îmânı iktizâ eden hak dîninize ve hukûkunuza küfretdiler ve hâlâ etmekdeler küfürleriyle ne Allâh’ın ne de ıbâdullâhın hukûkunu tanımıyor, Allâh’a ve mü’minlere adâvet ediyorlar
( يُخْرِجُونَ الرَّسُولَ وَاِيَّاكُمْ اَنْ تُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ رَبِّكُمْ )
Peygamberi ve sizi Rabbiniz Allâh’a îmân ediyorsunuz diye çıkarıyorlar.- Hicretinize bâis oluyorlar. Bu cümle, küfür ve adâvetlerinin derecesini beyân için istinafdır.
(……)
Ya’ni siz mü’minlerin hurûcunuz, vatanlarınızdan çıkışınız Allâh yolunda cihâd etmek ve Allâh’ın rızâsı sebeblerini aramak ve binâenaleyh Allâh düşmanlarına karşı Allâh dostları mücâhidler olmak için ise öyle yapın, o Allâh düşmanı düşmanlarınızı dostlar yerine tutmayın, bâhusus cihâd esnâsında onlara mevedded yollu haber kaçırmayın da hâlis bir îmân ile Allâh’ın rızasına erdirecek mücâhede yapın.
(……)
O halde açıklamasından çekindiğiniz bir günâhı gizli ne için yaparsınız. Gizlemekle onun zarârından, cezâsından kurtulacağınızı mı zannedersiniz
( وَمَنْ يَفْعَلْهُ مِنْكُمْ )
hem içinizden herkim onu yaparsa- nehyolunan o fiili, o ittihâzı, bâhusûs cihâd hâlinde mevedded ilkâ ve ısrâr, hattâ gönülde ıhfâyı siz mü’minler içinden her kim yaparsa
( فَقَدْ ضَلَّ سَوَاءَ السَّبِيلِ )
artık düz yolun ortasında sapıtmış, şaşkınlıkla kendisini kaybetmiş olur.- îmân ile doğru Allâh yolunda giderken şeytan yoluna sapmış, düşmanın casusu mevkiine düşmüş, cezâya müstehık olmuş, kendisini felâkete sürüklemiş olur. Çünki
( اِنْ يَثْقَفُوكُمْ )
onlar size zafer bulurlarsa- o dost yerine tutduğunuz, meveddetler sir verdiğiniz düşmanlar sizi mağlûb edib ellerine geçirir, hükümleri altına alırlarsa sizin onlara yapdığınız gibi dostluk etmezler, bilakis
( يَكُونُوا لَكُمْ اَعْدَاءً )
sizlere hep düşman kesilirler-
( وَيَبْسُطُوا اِلَيْكُمْ اَيْدِيَهُمْ وَاَلْسِنَتَهُمْ بِالسُّوءِ )
ve sizlere kötülükle ellerini ve dillerini uzatırlar- elleriyle katil, esâret, işkence gibi ne fenâlık yapabilirlerse yaparlar, dilleriyle şetim, hakâret gibi her kötü sözü söylerle- Kur’ânın bu kısacık ihtârı ne kadar veciz, ne kadar şümûllü, ne kadar hâil, sonra da ifâde ne kadar nezihdir. Târih gözden geçirilirse kâfirlerin zâlimlerin ellerine düşürdükleri istiklâllerini gâib etmiş müslümanlara hatta hüküm ve ahidden sonra elleriyle dilleriyle yapdıkları kötülükleri, işkenceleri, hakâretleri, zulümleri, alçaklıkları, iftirâları tezvîrleri, tearruzları, imhâları öyle fecî’, öyle çirkindir ki okuyanların bile nasıl tüylerini ürpertib nasıl vicdanlarını sızlatdığı görülür. İnsan olan onların tesavvurlarından bile tiksinir.
( وَوَدُّوا لَوْ تَكْفُرُونَ )
ve arzu etmektedirler ki hep kâfir olsanız!...- Hiç mü’min kalmasa, bu arzuları mukaddem olduğu için mâzî ile ta’bîr olunmuşdur.
Ma’mâfîh fi’len cebir ve ikrâhe kudret terettüb edebilecek vechile tahakkuku mefrûz olan zaferleriyle meşrût olduğu içün ma’nen müstakbeldir. Fenâlığın, belânın en büyüğü de budur. Çünki dünyâ hayâtı her ne olsa geçer, fakat küfrün cezâsı olan azâbı ebedî tükenmez.
Ebedî hayâtın miftâhı olan îmân ni’metini gâib etmek kadar büyük musîbet tesavvur olunmaz. Kâfirlere mahkûm olanların ise erinde gecinde o musîbete giriftâr olmaları tehlikesi aglebdir. Hâtıb’ın dediği gibi içlerinde bulunan ba’zı akrabâ ve evlad dolayısıyle o düşmanlara meveddet ilkâ’ ve ısrâr edenlere gelince buna şöyle buyruluyor
( لَنْ تَنْفَعَكُمْ اَرْحَامُكُمْ وَلَا اَوْلَادُكُمْ )
size ne hısımlarınız ne de evlatlarınızın aslâ menfâati olmaz- onlar sizi yapdığınız günâhın cezâsından kurtaramaz
( الْقِيٰمَةِ يَفْصِلُ بَيْنَكُمْ )
kıyâmet günü “Allâh” aranızı ayırır.- zîrâ
( يَوْمَ يَفِرُّ الْمَرْءُ مِنْ اَخِيهِ )
( وَاُمِّهِ وَاَبِيهِ )
( وَصَاحِبَتِهِ وَبَنِيهِ )
âyeti mû’cebince o gün kişi kardeşinden ve anasından babasından, ve zevcesinden ve evladlarından kaçar. Burada harbin mağlûbiyyet ve felâket günleri de kıyâmet gününü andırdığına bir işâret vardır.
( وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ )
Ve Allâh hep amellerinize bakar.- Ona göre mücâzât veya mükâfât eder, yoksa evlad ve akrabânıza göre değil. O halde Allâh düşmanlarına dost olanlar Allâh dostları olamazlar. Onun için mü’minler evlâd ve ıyâl hatırı için Allâh düşmanlarını dost yerine tutmamalı, bâhusûs harb hengâmında onlara meveddetle sır kaçırmakdan çok ihtirâz etmelidirler.

Merhûm Muhammed Vehbi Efendi Hazretlerinin

“HULÂSATU’L-BEYÂN FÎ TEFSÎRU’L-KUR’AN” nam tefsirinden:

Cild 14 sahife 5869-5875

( يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا عَدُوِّى وَعَدُوَّكُمْ اَوْلِيَاءَ )
[Ey mü’minler! Benim düşmanımı ve sizin düşmanınızı dost ittihaz etmeyin.]
Ya’ni; Ey ehl-i îmân! Vezâif-i îmândan çıkarak bana adâvet eden düşmanımı ve îmânınızdan dolayı size husûmet eden düşmanınızı her biriniz dost tutmayınız. Zîra; muktazâ-yı îmân onlara dostluk şöyle dursun onlardan gâyet uzak olmak lâzımdır. Çünki; iki zıd bir yerde ictimâ’ edemez.
Fahr-ı Râzî’nin beyânı vechile bu âyetde Cenâb-ı Hakk ehl-i îmânı kâfirlere muhabbetden men’ etmişdir. Ancak samîmî dostlukdan men’ etmek zâhirde ahz ve ı’tâdan (alışveriş) ve sâir muâmele-i dünyeviyyeden men’ etmeyi îcab etmediğinden keyfiyyet, kütüb-i fıkhıyyede beyân olunan kâfirlerle mü’minlerin muâmelesi câiz olduğuna dâir mesâil bu âyete münâfî değildir. Çünki bu ayetde nehy olunan; hakîkî muhabbetdir. Alışverişde ve sair dünyâya müteallik olan hususâtda hakîkî muhabbet lâzım gelmediğinden ahz u ı’tâda onlarla ihtilât câizse de zamanımızda bilumum kâfirlerin umûr-ı dünyâda dahî müslümanlara ihânet ve hıyânetleri zâhir olduğundan zarûret messetmedikce onlardan bir şey almamak ve onlara para kazandırmamak her müslüman üzerine lâzımdır.
(…)
Bu âyet her ne kadar Hâtıb’ın ehl-i Mekke’ye karşı yazdığı mektub üzere nâzil olmuşsa da âyetin hükmü Hâtıb ile Mekke kâfirlerine mahsûs değildir, belki cümle müslümanlara ve kâfirlere şâmildir. Zîrâ i’tibâr; elfâzın umûmunadır sebeb-i nüzûlün husûsuna değildir.
( تُلْقُونَ اِلَيْهِمْ بِالْمَوَدَّةِ )
[Onlara muhabbetin esbâbından olan mektubu ve esrâr-ı Rasûlullâhı ulaşdırırsınız.]
Yâ’ni; siz ehl-i küfre muhabbetinizi anlatacak mektubu ve esrâr-ı Rasûlullâhı onlara irsâl eder olduğunuz halde dost ittihâz etmeyin ve onlara evvelden sebketmiş dostluğunuz sebebiyle mektub irsâl ederek dostluğunuzu yenilemeyin demekdir.
Bu cümle, kâfirlere dostluk ızhar eden ehl-i îmânı tekdir için sevk olunmuş zemmi beyân eder bir cümledir.
Vâcib Teâlâ kâfirleri dost tutmakdan nehy etdikden sonra bu nehyin sebebini beyan etmek üzere buyuruyor:
(وَاِيَّاكُمْ اَنْ تُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ رَبِّكُمْ وَقَدْ كَفَرُوا بِمَا جَاءَكُمْ مِنَ الْحَقِّ يُخْرِجُونَ الرَّسُولَ )
[Halbuki onlar size gelen hakka ve Rabbiniz olan Allâhu Teâlâ’ya îmânınızdan dolayı muhakkak küfretdiler. Onlar bi’l-esâle Rasûlü ve bi’t-tebi’ sizi Mekke’den çıkarırlar.]
(…)
Bu âyetde hakk ile murâd: Kûr’ân ve Dîn-i İslâm’dır. Yâhud Rasûlullahdır. Kâfirler bunların hepsine küfretmişler ve küfr u dalâli terkle hakk olan Peygamberin getirdiği Kur’ân’a imân edenleri îmânlarından dolayı düşman addetmişler ve yurdlarından çıkarmışlardır. Küfürle îmân pençe pençe dâimâ çarpışmakdan hiçbir zaman hâlî kalmamış ve ilâyevmilkıyâm çarpışacaklardır. Binâenaleyh; kâfirler müslümanlara husûmet ederek yurdlarından çıkarırlar ve herzaman da çıkarmak isterler. Müslümanların da dinlerini ve ırz ve nâmuslarını ve memleketlerini muhafaza için onları düşman bilerek dâimâ mukâbele-i bilmisilde bulunmaları vazîfe-i dîniyyeleri icâbındandır.
Vâcib Teâlâ kâfirleri dost bilmekden nehyin sebebi onların küfürleri ve ehl-i îmânı îmanlarından dolayı vatanlarından çıkarmaları olduğunu beyândan sonra rızâ-yı ilâhîyi arayanların ehl-i küfrü gizli ve âşikâr dost ittihâz etmemeleri lâzım olduğunu beyân etmek üzere:
)اِنْ كُنْتُمْ خَرَجْتُمْ جِهَادًا فِى سَبِيلِى وَابْتِغَاءَ مَرْضَاتِى تُسِرُّونَ اِلَيْهِمْ بِالْمَوَدَّةِ وَاَنَا اَعْلَمُ بِمَا اَخْفَيْتُمْ وَمَا اَعْلَنْتُمْ(
[Eğer siz benim gösterdiğim tarîkımda cihad ve rızamı taleb için onlara muhabbetinizi gizler olduğunuz halde beldenizden çıkarsanız onları dost ittihaz etmeyin. Halbuki ben sizin onlar hakkında gizlediğiniz dostluğunuzu ve açıkda müslümanlara verdiğiniz ikrârınızı bilirim. Binâenaleyh; onlara muhabbetinizi gizlemekde bir fâide yokdur.]
Buyuruyor.
(…)
Bu âyetde Vâcib Teâlâ fî sebîllillah mücâhede ve rızayı aramakla kâfirlere muhabbetin birleşmiyeceğini beyan buyurmuş ve gizli ve âşikar kâfirlere muhabbeti ve muhabbet eden kimseleri bildiğini beyânla muhabbetini saklayanları tehdid etmişdir. Çünki fîsebîlillah mücâhede; ibâdet olub kâfirlere muhabbet ise kabahat olduğundan ikisinin bir yerde bulunması câiz olamaz.
Vâcib Teâlâ fîsebîlillâh mücâhede etmek ve rızâ-yı Bârî’yi aramak için terk-i diyâr eden kimselerin kâfirlere muhabbetleri lâyık olmadığını beyândan sonra bu gibi ef’âli ihtiyâr edenlerin dalâleti irtikâb etmiş olacaklarını beyan etmek üzere:
( وَمَنْ يَفْعَلْهُ مِنْكُمْ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاءَ السَّبِيلِ )
[Eğer sizden bir kimse kâfirlere muhabbeti işlerse muhakkak o kimse doğru yoldan çıkmışdır.]
Buyuruyor.
Zîrâ; maksada ulaşdıracak yolu terkle büyük hatâda vâkı’ olmuş ve dalâlet-i ilâhiyyeyi bırakmışdır. Çünki ; Allâh’ın nehyetmiş olduğu bir şey’i irtikabdan ziyâde bir hata olamaz. Binâenaleyh; her akıl ve iz’ân sâhibi olan kimseye lâzım olan; Allah’ın nehy etdiği şeyden sakınmak ve ihtiraz etmekdir. Şu halde rızâ-yı ilâhî’ye nâil olmak; düşmanı düşman ve dostu da dost bilmekdir.
Vâcib Teâla ehl-i küfre dostluğun dalâlet olduğunu beyândan sonra dostlukda velev umûr-ı dünyâda olsun aslâ fâide olmadığı gibi onların ehl-i îmândan ellerini ve dillerini kesmiyeceklerini beyân etmek üzere:
)اِنْ يَثْقَفُوكُمْ يَكُونُوا لَكُمْ اَعْدَاءً وَيَبْسُطُوا اِلَيْكُمْ اَيْدِيَهُمْ وَاَلْسِنَتَهُمْ بِالسُّوءِ وَوَدُّوا لَوْ تَكْفُرُونَ (
[Eğer kâfirler size zaferyâb olsalar size düşman olduklarını ızhar ederler ve zulümle ellerini, sövmekle dillerini size uzatırlar ve isterler ki siz kâfir olasınız.]
buyuruyor.
Ya’ni; Ey mü’minler! gözünüzü açın, aldanmayın. Eğer onlar size bilfarz ve’t-takdir zaferyâb olarak gâlib gelseler sizin için kalblerinde olan adaveti ızhar ederler ve ahkâmını derhal icrâya başlarlar. Binâenaleyh; ellerini katil ve darb gibi envâ-ı zulüm ve cefâ ile, dillerini envâ-i fuhşiyyât ve kötü sözlerle uzatırlar. Şu halde sizin onlara muhabbetiniz ne ellerini ve ne de dillerini sizden men’eder. Nasıl men’ edebilir? Elbetde edemez. Zirâ; onlar nefislerinden dâimâ sizin dîninizden rücû’ ederek mürted olub küfürde onlarla kardeş olmanızı ezcân u dîl arzu ederler. Şu halde sizin küfrünüzü kemâl-i ciddiyyetle arzu edenler, siz kâfir olmadıkca size dost olmayacakları meydanda iken siz onlara nasıl oluyor ki dost olmak istersiniz.
Fahr-i Râzî’nin ve Ebussûud Efendi’nin beyânları vechile bu âyetde herşeyden evvel kâfirlerin düşündükleri ve arzu ve emelleri mü’minlerin dinlerini terkle kâfir olmaları olduğuna işâret için zamân-ı mâzîye delâlet eden (ودوا ) lafz-ı mâzî sîgasıyla vârid olmuşdur. Çünki mâzî lafzı; her ne kadar edât-ı şartla muzârî ma’nâsını ifâde ederse de zamân-ı mâzîye delâletinden hâlî kalmadığı cihetle kâfirler zaferyâb olsalar da olmasalar da şu arzudan hiçbirzaman vazgeçmezler demekdir. Binâenaleyh; size dâimâ adâvet üzere bulunanlara siz her ne kadar muhabbet etseniz dahî hiçbir menfaatiniz olamaz.
Hulâsa; ehl-i îmânın her ne sebeb ve mülâhazaya mebnî olursa olsun kâfirlere muhabbetleri kâfirleri adâvetden vazgeçiremeyeceği ve fırsat buldukca kafirler ellerini vurmakdan ve dillerini sövmekden çekmeyecekleri ve kâfirlerin gaye-i emelleri, ehl-i îmânın irtidâd edib kâfir olmaları olduğu ve kâfir olmadıkca hiçbir vechile adâvetden vazgeçmeyecekleri ve binâenaleyh; mü’minlerin onlara muhabbetlerinin hiç fâidesi olmadığı bu ayetden müstefâd olan fevâid cümlesindendir.
Vâcib Teâlâ âyetin sebeb-i nüzûlü olan Hâtib’in mektûbunu ashâb-ı kirâm tutub getirince Rasûlullâhın Hâtıb’a:
“-Yâ Hâtıb niçin böyle yapdın?”
demesi üzerine Hâtıb:
“- Bu mektuba cür’et etmesi Mekke’de olan evlâd ve ahfâdını ve akraba ve taallukâtını himâye etmek maksadına mebnî olduğunu” i’tizâr makâmında beyân edince evlâdın ve akrabânın yevm-i kıyâmetde fâidesi olmadığını beyan etmek üzere:
)لَنْ تَنْفَعَكُمْ اَرْحَامُكُمْ وَلَا اَوْلَادُكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ يَفْصِلُ بَيْنَكُمْ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ (
[Size akraba ve evlâdınız elbetde menfaat vermez. Allâhu Teâlâ yevm-i kıyametde beyninizi fasleder ve herşey ki siz işlediniz, onu Allâhu Teâlâ görür ve bilir.]
(…)
Bu âyetde her ne sebebe mebnî olursa olsun kâfirlere dostluk ızhâr edenleri son derecede tekdir vardır. Çünki; evlâdı ve insana en ziyâde yakın olan akrabayı himâye için dostluk câiz olmayınca başka esbâba mebnî dostluğun câiz olmayacağı evleviyyetle sâbit olur.
Ya’ni; ey mü’minler! Evlâd ve akrabânız esrâr-ı Rasûlullâh’ı keşfe sebeb olacak kadar kıymeti hâiz değillerdir. Binâenaleyh; onları himâye sadedinde kâfirlere dostluk câiz olmaz. Zîrâ; insanların amelini tenkîd için hazırlanan yevm-i kıyâmetde size onların aslâ menfaatleri olmaz. Çünki; o günde Allâhu Teâlâ onlarla sizin beyninizi tefrîk ve herkesin ameline göre mücâzât eder. Şu halde evlâdınıza ve akrabânıza meyl ve muhabbetiniz sizi kâfirlerle dostluğa sevk etmesin. Zîra; Allâhu Teâlâ sizin cümle amelinizi görür ve bilir ve hayr u şerr herkesin ameline göre cezâ verir.
Bu âyet-i celîle her ne kadar asr-ı saadetde bulunan (Hâtıb) ve onun emsâli mü’minlere hitâb ise de ahkâmı her zamâna ve her zamânda bulunan cümle mü’minlere şâmildir. Binâenaleyh; esrâr-ı islâmiyyeyi düşmanlara fâş eden kimselerin cümlesi bu âyetlerin hükmünde dâhil ve her zaman cezâya müstehakdır. Zirâ; ehl-i islâmın mazarratına sa’y eden kimse fesâda sa’y ile Dîn-i İslâm aleyhine hıyânet etdiğinden cezânın en ağırına lâyıkdır.
Hülâsa; akrabânın ve evlâdın yevm-i kıyâmetde fâidesi olmadığı ve evlâd ile peder ve akraba beynini Cenâb-ı Hakk’ın yevm-i kıyametde fasledeceği ve her şahsın amellerini Vâcib Teâlâ’nın görüb bildiği ve ona göre ceza vereceği bu âyetden müstefâd olan fevâid cümlesindendir.


6 Haziran 2011 Pazartesi

Sûre-i Tevbe 29. Âyet



Kendilerine kitap verilmiş olanlardan olup da ne Allah Teâlâ'ya ve ne de ahiret gününe imân etmeyen ve Allah Teâlâ ile Resûlünün haram kıldığı şeyleri haram tanımayan ve ne de hak dinini din edinmeyen kimseler ile zeliller olarak kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar muharebede bulunun. (9/29)

(Ömer Nasûhi Efendi)

*********

O kendilerine kitab verilenlerden oldukları halde ne Allaha ne Âhıret gününe inanmıyan, Allahın ve Resulünün haram ettiğini haram tanımıyan, ve hak dinini din edinmiyen kimselere küçülmüş oldukları halde elden cizye verecekleri hale kadar harbedin (9/29)

(Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi)


Merhûm Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin

“HAK DİNİ KUR’AN DİLİ” nâm tefsîrinden:

Cild 4 sahife 2504-2505


( قَاتِلُوا الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ )

Şöylelerine: O ne Allâh’a ne de son güne îmân etmez -Allah ve Âhiret sözü etseler bile hakîkaten ve cidden gereği gibi inanmaz, Dünya ile’l-ebed kendilerinin imiş gibi farzeden ve akıbet bir gün gelib yapdıkları fiillerden mes’ûl olacaklarına ehemmiyyet vermez

( وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ )

Ve Allâh ve Rasûlünün tahrîm eylediğini tahrîm eylemez- haramdan kaçınmaz, Allâh’ın kitâbında, Peygamber’in sünnetinde ve hattâ kendilerinin ittibâını iddia etdikleri kitâbın ve Peygamber’in hükmünde hurmeti sâbit ve ma’lûm olan şeylerin hurmetini tanımaz, haram, halâl, muhterem her ne olursa olsun keyflerinin istediği, güçlerinin yetdiği her şeye el uzatmayı mubah görür tecâvüz ederler.

( وَلَا يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ )

Ve hak dinini din edinmezler -dînleri varsa da hak dîni değil, hakperest değilderler. Dîn tanıdıkları, itâat ve teslîmiyyet gösterdikleri şeyler varsa bile hakkı tanımak, hakka teslim olmak, hak yolu üzerinde yürümek, ahkâm ve mekâsıd-ı hukûkiyyeyi dîn ve diyânetin en mühim mekâsıdından bilerek hak ahkâmına, hak şeriatıne i’tikâd ve itâat edib hukûku muhâfaza ve ahkâm-ı hakk ile ihkâk-ı hakk ve icrâ-yı ma’dilet (adâlet) etmek, ma’bûd-ı hakk olan Allâh Teâlâ’ya ne zâtında, ne sıfâtında, ne de ef’âlinde ve ahkâmında evvel u âhir hiçbir şerîk u nazîr tanımamak, hâlık ve mahlûk her şeyin hakkını vermek ve ona göre muâmele etmek ma’nâsına hak bir dîn ve diyânetleri hakkıyle bir diyânet ve İslâm değildir. Hattâ kısmen hak da olsa, hakka muhtass (mahsus) olan hâlıs bir hak dîni ve diyâneti değildir. Halıs muhlıs hak dîni olan islâm ile tedeyyün etmez, şer’i hakk ile ameli kabûl eylemezler. Binâenaleyh dînleri bâtıldan, haksızlıkdan sâlim olmadığı gibi dindarlıkları, dînlerine itâatleri de hakkıyle bir diyânet ve itâat değil, dîn nâmına bir çok haksızlık, zulüm ve tecâvüz yapmıya sâık bir guluvv ve teassub veya hak ve hukuk ile oynıyan dinsizliğe müsâvî bir ahlâksızlıkdar.



24 Mayıs 2011 Salı

SÛRE-İ NAHL 106. ÂYET





Kalbi imân ile mutmain[1] olduğu halde icbar[2] edilen müstesna, velâkin her kim imânından sonra Allah Teâlâ'yı inkâr eder de küfre sîne açarsa işte onların üzerine Allah'dan bir gazap vardır ve onlar için pek büyük bir azap da vardır. [Ömer Nasuhi Efendi]
--------------------------------------------------------------
Her kim imanından sonra Allah’a küfrederse -kalbi iyman ile mutmainn olduğu halde ikrah[3] edilen başka- velâkin küfre sînesini açan kimse lâ-büdd[4] onların üstüne Allah’dan bir gadab iner ve onlara azîm bir azâb vardır. [Elmalılı Hamdi Efendi]




Merhûm Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin

“HAK DİNİ KUR’AN DİLİ” nâm tefsîrinden:

Cild 5 sahife 3130

“(…..) İkrah olunmadığı halde rızası ile kelime-i küfrü söyleyen veyâ ikrah olunduğu zaman kalbini bozub da küfre itikad ediveren kimseler üzerine Allah’dan bir gadab yani künhü[5] tarif olunmaz büyük bir gadab ve bir de bunlara azîm bir azâb vardır. Çünki cürümleri en büyük cürümdür.
Rivâyet[6] olunuyor ki Kureyş Ammâr’ı ve babası Yâsir’i ve anası Sümeyye’yi irtidâda[7] ikrah etdiler. Onlar ise imtinâ’[8] eylediler. Bunun üzerine Sümeyye’yi birer ayağından iki devenin arasına bağladılar; ve “sen erkekler için müslüman oldun” diyerek, bir harbe[9] ile önünden deşdiler. Develere sürükletib parçalatarak öldürdüler. Arkasından Yâsir’i de öldürdüler. İslâm’da ilk maktul bu ikisi oldular (radıyallahu anhumâ). Anasını babasını bu halde gören Ammâr ise, ikrah olunanı lisânen söyleyiverdi. (İlâve: Hazret-i Ammarı da Meymûne kuyusuna atdılar. Suda boğulmak üzereyken dili ile, kâfirlere onların istedikleri yolda uysallık gösterdi. Ahmed Davudoğlu, Kur’ân-ı Kerîm ve Îzâhlı Meâli sh. 280) Bunun üzerine “yâ Rasûlallah Ammâr küfretmiş!” denildi. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: “Hayır, Ammâr, başdan ayağa îmân dolmuş, îmân onun etine kanına karışmışdır.”
Derken, Ammâr ağlıyarak Rasûlullâh’a geldi. Rasûlullâh da gözlerini silmeye başladı ve buyurdu ki: “Nen var, tekrar ederlerse sen de dediğini tekrâr et.”
Bir de Müseylemetü’l-kezzab iki kişiyi tutmuşdu. Birisine “Muhammed hakkında ne dersin?” dedi. O da “Rasûlullâh” dedi. Müseylemetü’l-kezzab “benim hakkımda ne dersin?” dedi. O da “sen de” dedi. Binâenaleyh[10] bunu bırakıverdi. Ötekine “Muhammed hakkında ne dersin?” dedi. O da “Rasûlullâh” dedi. Müseylemetü’l-kezzab “benim hakkımda ne dersin?” dedi. O da “dilsizim” cevâbını verdi. Müseylemetü’l-kezzab üç defa tekrâr etdi, o da yine aynı cevabı verdi. Binaenaleyh bunu katleyledi. Rasûlullâh bunu haber alınca buyurdu ki: “Evvelkisi Allâh’ın ruhsatını tutdu, İkincisi hakkı ızhar[11] etdi.”
Demek ki, böyle ikrâh-ı mülcî hâlinde yalnız lisânıyle kelime-i küfrü telaffuz etmek câizdir, fakat bu ruhsatdır; ve âyetden anlaşıldığı üzere, kalbi îmân ile mutmain olmak şartı ile bir ruhsatdır. Fakat ızhâr-ı hak ve i’zâz-ı din[12] için helâki göze alıb da ictinâb[13] etmek azîmetdir[14]. Ve bu hususda azîmet ile amel efdaldir[15].”






Merhûm Muhammed Vehbi Efendi Hazretlerinin

“HULÂSATU’L-BEYÂN FÎ TEFSÎRU’L-KUR’AN” nam tefsirinden:

Cild 8 sahife 416

“ (…..) Tefsîr-i Hâzin’de beyân olunduğu vechile[16] kelime-i küfrü tekellüme[17] cevaz verilecek kadar icbârın mikdârında ihtilâf varsa da essah olan katil ve âzâsını kesmek ve tahammül edemiyeceği kadar dövmek gibi şeylerle tehdîdini îkâ’[18] edecek bir kimsenin tehdid etmesidir. Şu beyân olunan sûret üzere tehdid olunduğunda teklîf olunan kelime-i küfrü tekellüm etmekle nefsini kurtarmağa ruhsat-ı şer’iyye vardır. Binâenaleyh kalbi îmânla sâbit olduğu halde tekellüm ederse kâfir olmaz, ma’fuvdur[19]. Eğer tekellüm etmez sabır ederse, azîmetle amel etdiğinden me’cûrdur[20]. Ammâ ikrâh vâcibi terk veya muharremâtı işlemekle meselâ hınzır etini yiyeceksin diyerek icbâr olunursa teklîfi kabûl etmek vacibdir. Eğer sabır eder teklîfi kabûl etmez helâk olursa vâcibi terkle nefsini mühlikeye[21] atdığından günahkâr olur.
(…...) Bu âyetin Rasûlullâh’ı tasdîk için nâzil olduğu mervîdir[22].





Merhum Ömer Nasûhî Efendi Hazretlerinin

“KUR’ÂN-I KERÎM’İN TÜRKÇE MEÂL-İ ÂLÎSİ VE TEFSÎRİ” nâm tefsîrinden:

Cild 4 sahife 1828

(…..)
“Her kim îmandan sonra İslâmiyyeti kabul etmiş iken bilahere Allâhu Teâlâ’yı inkâr eder küfrünü itirafda veya küfrü mucib[23] bir hareketi iltizamda[24] bulunur da küfre sîne açarsa, yani küfrü kabul etmesi için göğsünü genişletir, münşerihu’l-kalb[25] olarak razı olursa işte onların üzerine Allâh’dan pek muazzam bir gazab vardır, mehâbetini[26] ta’yînden âciz bulunduğumuz pek büyük bir şiddet mukadderdir[27], onlar bu irtidadlarının böyle müthiş cezâsını âhiretde göreceklerdir.
(…..) Istılahda ikrâh, bir kimseyi tehdid ile, korkutmakla, rızâsı olmaksızın bir sözü söylemeye veya bir işi yapmaya haksız yere sevketmekdir. Buna “icbâr” da denilir. Ve bu ikrâh iki kısma ayrılır.
Birincisi: İkrâh-ı mülcîdir ki, bu, nefsi katl ile, uzvu kat’ ile veya bunlardan birine sebeb olacak şiddetli bir darb ile yapılan ikrâhdır ki ikrâh olunanın rızâsını izâle[28] ihtiyârını[29] ifsâd eder, maamâfih[30] nâsın ihtiyârı yine sâbit bulunur.
İkincisi: İkrâh-ı gayr-ı mülcîdir ki, yalnız gam ve elemi mûcib olacak derecedeki darb ve hapis gibi şeyler ile yapılan ikrâhdır ve mükrehin (zorlananın) rızasını izâle ederse de ihtiyârını ifsâd etmiş olmaz.
Bu ikrahların hükümleri ise şöyledir:
1. Bir mü’min bir ikrâh-ı mülcîye binâen lisânen küfrü kabûl etse, indallâh kâfir olmuş olmaz. Elverir ki, kalben îmânında sebât etmiş olsun. Maamafih böyle bir ikrâha rağmen sebât edib de küfrü lisânen olsun kabûl etmezse tarîk-i efdali iltizâm etmiş olur, bu yüzden öldürülürse şehid sayılır. (…..)
2. Bir kimse bir ikrâh-ı mülcîye binâen başkasının bir malını itlâf edebilir. Bu mübahdır. Maamâfih başkasının malına tecâvüzden kaçınır da bu yüzden öldürülürse sevaba nâil olur.
3. Herhangi bir ikrâha mebnî başkasının hayatına kastetmek veya bir uzvunu veya onu helâkinden korkulacak derecede dövmek veya kendi anasını babasını velev ki azca olsun dövmek câiz olmaz haramdır. (…..)
4. Zinâ da katil hükmündedir. Binâenaleyh ikrâha mebnî zinâ da helal olmaz. Hattâ İmâm-ı Azam’dan bir kavle göre bundan dolayı hadd-i zinâ da lâzım gelir. (…..)
5. İkrâhdan dolayı yapılan talaklar, İmâm-ı Azam’a göre vâkî’ olur İmâm-ı Şâfî’ye göre vâki’ olmaz.
6. İkrâh-ı mülcîden dolayı şarab içmek, hınzır etini veya kendi kendine ölmüş meyte[31] sayılan herhangi bir hayvanın etini yemek vacibdir. Hayatı kurtarmak için bu iltizâm edilir. Bunda başkasına bir zarar yokdur. Ve Cenâb-ı Hakk’ın nehyine kasden bi’r-rıza muhâlefet de mevcud değildir.



[1] mutmain (مطمئن) gönlü kanmış, içi rahat, şübhesi yok
[2] icbâr (اجبار) cebretme, zorlama, zorlanma
[3] ikrâh (اكراە) 1. birine zorla iş yapdırmak; 2. iğrenme, tiksinme
[4] lâ-büdd (لابد) lâzım, gerekli, gerek [aslında: “ayrılık yok” demekdir]
[5] künh (كنه) bir şeyin aslı, hakikati temeli
[6] rivâyet (روايت) söylenti, bir haber söz veya hadisenin hikâyesi
[7] irtidâd (ارتداد) İslâm dînini bırakarak başka bir dîni kabûl etmek
[8] imtinâ’ (امتناع) 1. çekinme, geri durma; 2. imkansızlık olamayış
[9] harbe (حربە) kısa mızrak, süngü
[10] binâenaleyh (بناءً‏عليە) bunun üzerine, bundan dolayı
[11] ızhâr (اظهار) 1. gösterme, meydana çıkarma; 2.yalandan gösteriş
[12] i’zâz (اعزاز) 1. aziz kılma, saygı gösterme; 2. ikram etme ağırlama
[13] ictinâb (اجتناب) sakınma, çekinme, uzaklaşma
[14] azîmet (عظيمە) [azîme] büyük ve fevkalâde iş
[15] efdal (افضل) 1. daha faziletli; 2. en a’lâ üstün
[16] vech (وجه) 1. yüz, surat, çehre; 2. üst, satıh, düz; 3. yön
[17] tekellüm (تكلم) söyleme, konuşma
[18] îkâ’ (ايقاع) yapma, yapdırma
[19] ma’fuvv (معفو) 1. afvolunmuş, suçu bağışlanmış; 2. istisnâ edilmiş, müstesnâ, ayrı tutulan
[20] me’cûr (مأجور) ecir ve sevâbı verilmiş olan
[21]mühlike (مهلكە) helâk eden öldüren öldürücü
[22] mervî (مروی) rivâyet olunan, birinden işiterek söylenen
[23] mûcib (موجب) 1. icâb eden, lâzım gelen, gereken, gerekdiren; 2. sebeb, vesîle
[24] iltizâm (التزام) 1. kendi için lüzumlu sayma; 2. birinin tarafını tutma; 3. icâbetdirme, gerekdirme
[25] münşerih (منشرح) gönlü açık, sıkılmayan, eğlenen, inşirahlı
[26] mehâbet (مهابت) azamet, ululuk, korkunçluk, büyük görünme
[27] mukadder (مقدر) 1. takdir olunmuş, kıymeti biçilmiş, kadri değeri bilinmiş, beğenilmiş
[28] izâle (ازالە) giderme, giderilme, yok etme
[29] ihtiyâr (اختيار) 1. seçme, seçilme; 2. katlanma
[30] maamâfîh (معمافيە) bununla beraber, böyle iken, böyle ise de
[31] meyte (ميتە) hayvan leşi